Pınar İlkiz: Okuyanı metafora boğmamak gerek
12 mins read

Pınar İlkiz: Okuyanı metafora boğmamak gerek

Pınar İlkiz’in ilk öykü kitabı ‘Soğan Doğradığın Çıplak Eller’, Nisan 2024’te İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Yazar kitapta, hayatın farklı evrelerindeki insanların biraz tanıdık, biraz tuhaf dünyalarına konuk ediyor okurunu.

Dikkatli okurların uzun süredir aşina oldukları bir yazar olan İlkiz ile öykülerini konuştuk.

‘Soğan Doğradığın Çıplak Eller’, on beş öykünün yer aldığı ilk öykü kitabınız. İlk deyince insan şaşırıyor çünkü özellikle çevrimiçi yayınları takip eden okurlar sizin adınızı 2010’lu yıllardan beri duyuyor. altZine, Trendeki Yabancı gibi edebiyat mecraları başta olmak üzere birçok platformda kurmaca metinlerinizi okuma şansı bulduk. 2024 yılında ilk kurmaca kitabı elime aldığımda açıkçası metinleri bir araya getirip bastırmayı geciktiren olayları değil de sizi dosyayı toplamaya iten o harekete geçirici motivasyonu merak ettim.

40 yaşına basmak. Aklımdan çıkaramadığım, hatta sık sık gördüğüm şöyle bir röportaj başlığı var benim zihnimde 40 yaşında olmaya dair: “40’ından sonra kariyerini değiştirdi!” Hayatın kendisi ve onunla ne yapacağımız ya da ne yapmamız gerektiği zaten bir mücadele alanı. Aynı koltuğa sığdırmamız gereken karpuz sayısına dair kafamız karışık. Bu karpuzlar aynı koltuğa mı sığmalı yoksa birkaç karpuzla vedalaşıp yeni karpuzlar mı koymalı koltuğa hâlâ bilmiyorum. Bütün bu bilinemezliğin ortasında 40 yaşım ve 40 yaşıma dair “Bir şey yapmam gerekiyor” hissi koşarak geldi. Bu sebeple kendime “Bari 40’ında şu dosyayı teslim etmiş ol” dediğimi hatırlıyorum. Hepimiz hayatta çıpamızı atacak bir yer arıyoruz, benimki de bu dosyayı toparlamak için 40 yaşım oldu.

‘KURMACADA BÜTÜN OYUN PARKI SİZİN’

Daha önce Ayizi Yayınları tarafından ‘Hakikaten – Sevin Okyay Anlatıyor’ isimli bir nehir söyleşi kitabınız yayımlanmıştı. Kurmaca bir kitap yazmakla bir söyleşiyi derlemek arasında nasıl farklar var? Hangisiyle devam etmeyi tercih edersiniz?

Söyleşiyi derlerken karşı tarafın anlattıklarının arasında sorularla ya da bazen kısa giriş metinleriyle dolanıp kendinize ufak oyun alanları açabiliyorsunuz. Kurmacada ise bütün oyun parkı sizin. Oyun parkının kumunun türünden içindeki oyuncaklara, oyun parkında kimlerin olduğundan o gün havanın nasıl olacağına kadar, her şeyi kurabilir, bozabilir, yeniden kurabilir ve hatta ters yüz edebilirsiniz. O yüzden benim gönlüm her zaman kurmacadan yana. Tabii, nehir söyleşide sorularınızla çok verimli bir toprakta maden arama hissi bambaşka bir güzellik, onu da yadsıyamam. Sevin hoca benim yıllardır tanıdığım bir insandı ama biz kitap için görüşmeleri yapmaya başlayınca kendisinin hiç bilmediğim yönlerini, hikayelerini keşfetmiştim.

‘Soğan Doğradığın Çıplak Eller’ kitabında yer alan öykülerde karakterlerin kavruldukları özlem duygusu ya da hayatlarında uğraşsalar da bir türlü dolduramadıkları boşluklar nedeniyle yaşadıkları sızı, kitabı bitirdikten sonra beni uzun süre etkisi altında bıraktı. Kedili Kadın öyküsünde karakterin konuşarak üstesinden gelmeye çalıştığı sevgi ve empati yoksunluğu, Recep Adına İmzalar Mısınız? öyküsünde kişilerin yokluğu ya da Eksik Eşik öyküsündeki gerçek anlamda işaret edilen fiziksel eksiklik, karakterlerindeki boşluk çeşitlemesine güçlü örneklerdi. Karakterleri yaratırken özellikle eksikliklerine mi odaklanıyorsunuz, yoksa bu kendiliğinden ortaya çıkan bir ortaklık mı oldu?

Kestirmeden şunu söyleyerek başlayabilirim; kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ben hikayelerde karakterleri inşa etmeye başladığımda ya da hikayeyi örmeye başladığımda aslında bu toplumun başta ve büyük ölçüde kadınlar olmak üzere, hepimize dayattığı yetersizlik hissi de ister istemez karakterlere perçinleniyor. Yıllardır bana hem neyi yapıp yapmamam gerektiği hem de aslında -ne hikmetse- neyi yapamayacağım söylendi. Yeri geldi “Tabii sen bilirsin” sosuna yatırıldı bu verilen akıllar, yeri geldi havada sallanan bir parmağın yarattığı rüzgarda dalgalandı. Bu oyun parkını da ben kurduğum için karakterler benim yıllardır taşıyıp bugüne getirdiklerimden izler taşıdı. Buna ister eksiklik diyelim ister özlemini çektiklerimiz diyelim. Şu hayatta başardığımız hiçbir şey, tam hissettiğimiz hiçbir an yok mu? Var tabii. Onlar sayesinde hâlâ hayata tutunuyoruz.

Soğan Doğradığın Çıplak Eller, Pınar İlkiz, 116 syf., İletişim Yayınları, 2024.

‘KALBİ KIRIKLAR NASIL HAYATTA KALIYOR?’

Aşk, romantik ilişkiler ya da evlilik çok farklı formlarda hem erkek hem de kadın gözünden aktarılarak öykülerinizde yer almış. Kitaba adını veren Soğan Doğradığın Çıplak Eller öyküsünde bir erkeğin gözünden yürümeyen ilişkisine bakışını görüyoruz. İki Diz Boyunda, bir kadının bir türlü açılamadığı kişiyle yıllara yayılan ilişkisini öğreniyoruz. Bu karakterlerin ortak özelliği ilişkinin daha güçsüz tarafından görece baskın olana bakıyor olmaları. Sizce anlatılmaya değecek, kulak verilecek hikayeler oralarda mı?

Dillere destan aşk hikayelerini masallarda, filmlerde ve hatta okulda edebiyat kitaplarımızda gördük. Kalbi kırıklar nerede, daha doğrusu onlar nasıl hayatta kalıyor? Hayatta kalabilmek için hangi kaslarını güçlendiriyor? Bence başta mizah geliyor. Eksiltildikçe, korkutuldukça, en azından ben, yüzümü mizaha, hicve dönüyorum. Sonuçta kendini tefe koyan da biziz, tefi çalan da. “Ay bunun sesi ne güzelmiş” derken, kendi bastığımız zemini sarsıyoruz. Hikayemizi de sarsıla sarsıla anlatıyoruz. İlla bu ilişkinin baskını olalım, yenişelim gibi bir arayış değil bu. İhtişamın silinip süpürüldüğü, masaların toplandığı o son saatlerde anlatılan hikayeler bana daha gerçekçi geliyor. Bu sebeple de yüzümü bu tarafa dönmüş olabilirim. Hepimizin hayatında destansı bir aşk olmayabilir ama hepimizin kalbi bir yerden kırılmıştır. Bir yandan da güçlü kadın imajı hep gözümüzün önüne getirilen bir şey ama hepimiz her şeyden güçlenerek çıkmıyoruz. Bazen bırakıyoruz, dağınık kalıyor. Bu kitaptaki öykülerin bir kısmı da o dağınıklığın hikayesini anlatıyor.

Çifte Piştov öyküsünün meselesi zor bir toplumsal konuyken bugünden bir karakterin ağzından aktarılınca farklı bir perspektif ortaya çıkmış. Hikayeyi hafifletmeden konuyu yenilir yutulur hale getirmeyi başarmışsınız. Zor konuları ele alırken perspektif değiştirmenizi ve eski bir konuyu bugün yarattığı etkiyle yeni bir zeminde tartışmaya açmanızı çok sevdim. Bu çerçeveden sizi yazmaya iten olaylardan bahseder misiniz? Bu olayları nasıl kavramsallaştırıyorsunuz ve öykülerinize yediriyorsunuz?

2011’den bu yana sivil toplumda ve sivil toplumla çalışmamın seçtiğim bazı konular üzerinde etkisi var. Türkiye’nin tarihine damga vurmuş olayların hâlâ süren etkilerine ve insan hakları ihlallerine dair sayısız anlatı dinlemek, rapor okumak bende birçok iz bıraktı. Bunun yanı sıra her gün maruz bırakıldığımız kadına yönelik şiddet olaylarının haberleri ve bu şiddet olaylarının kadın ve LGBTİ+ örgütleri tarafından ele alınan, çoğu zaman göz önünde olmayan sayısız boyutu. Hatta ikili ilişkilerde yaşanan şiddet türleri de sızdı öykülerin içine. Bunları farklı bir şekilde, hikayelerin bazen odağına, bazen yanına, bazen de zemininin hemen altına yerleştirerek nasıl anlatabileceğime bakmak istedim.

Çok farklı kesimlerden farklı karakterler yer alıyor öykülerinizde. Bu kadar farklı karakteri klişelerden arındırarak bu kadar yalın bir şekilde aktarabilmek için nasıl bir çalışma yaptınız? Arka plandaki işçilik ve zanaattan bahseder misiniz?

Benim işim iletişim. Daha doğrusu benim işim gördüğümün, duyduğumun (dolayısıyla aktarmak istediğimin) anlattığım kişinin zihninde bir karşılığı olmasını sağlamak. Böylece aynı yöne bakabiliriz. Aynı şeyi görmeyebiliriz, ki görmeyelim de ama önemli olan ben aktarımı elimden geldiği kadar pürüzsüz yapabiliyor muyum? Bir benzetme yaptığımda benzettiğim şeyin herkesin dünyasında bir karşılığı var mı? Mesela “çay tepsisi kadar düz” olmak. Tepsinin düzlüğünde mutabık kalalım, gerisi okuyana kalsın. Tepsi gümüş mü, melamin mi, tahta mı, kendisine mi ait, aile yadigarı mı ben bilemem. Aynısı karakterler için de geçerli. Beliz Güçbilmez’in de atölyelerinde dediği gibi, edebiyat yaşama şansımız olmayan şeyleri tecrübe etmemizi sağlıyor. Adım Hikmet değil ama bu hikayedeki Hikmet ben olsaydım bu durumu nasıl yaşardım sorusu ile başlıyor benim sürecim. Öte yandan da iç sıkıntısını odağa koyduğumda bu durumu nasıl biri yaşardı diye düşünüyorum. Ve son adım da ben bunu nasıl bir metinden okumak isterdim. Metaforu, benzetmeleri çok seviyorum ama sanırım tadında bırakmak gerek, okuyanı da metafora boğmamak gerek. Kendi yazdıklarımı ayıklarken bir çabam da bu.

Kurmaca yazmak hayatınızın neresinde duruyor? Yazmaya nasıl başladınız? Yazarken belli bir rutin izliyor musunuz?

Yazmaya ne zaman başladım bilmiyorum. Daha doğrusu ne olunca yazmaya başlamış oldum / sayıldım bilmiyorum. Ama kafamda dönenleri yazılı hale getirmem 2000 – 2001 gibi oldu. O dönem bloglar çok meşhurdu, benim de bir blogum vardı. Orada yazmaya başladım, tabii her şey bölük pörçük. Sonra hikâyeler yazmaya başladım. Fanzin çıkarıyorduk ya da fanzinlerde yazıyordum. Derken hikâyelerim uzamaya ve bazı yerlerde yayınlanmaya başladı. Yazmakla ilişkim mevsim geçişleri gibi olmuştu hep. Güneş beklerken yağmur, piknik planlarken fırtına gibi. Beni disipline eden Büyük Keyif’e rakılı hikâyeler yazmak ama en önemlisi altZine’in tematik sayılarına yazmak oldu. Belirli bir rutinim hiç olamadı ama aklıma bir fikir ya da cümle gelince hemen not almaya çalışıyorum. Sonra o fikir ya da cümle taslak bir hikâye olarak kâğıda dökülmeden önce iki hafta kadar kafamda döner, kurulur, bozulur, yön değiştirir, toplanır ve ancak o zaman kağıda geçer. Kâğıda geçtikten sonra da değişebilir ama kafamda döndüğü kadar değişmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir